Bazen, “keşke bir nehir
olsaydım” diyorum kendi kendime. Çünkü bir nehir önüne engel çıktığı zaman
etrafından dolaşabiliyorsa, ya da ne bileyim Büyük Menderes gibi yer altında
bir geçit bulup, sonra tekrar yeryüzüne çıkıp akabiliyorsa ancak o zaman yoluna
devam edebiliyor ve kaderine ulaşıyor. Hiç kimse, neden denize, bir göle ya da
bir yer altı kaynağına ulaşmadan kaybolduğunu sorgulamıyor. Önündeki engelleri
aşmak için neden çaba harcamadığını düşünmüyor. Oysa insan bir engele takılıp
olduğu yerde kaldığında, anasından emdiği süt burnundan geliyor.
Bazen de, “iyi ki bir nehir
değilim” diyorum kendi kendime. Çünkü o zaman kaderime razı gelip, tıkanıp
kalmam gerekirdi benim için önceden tasarlanmış bir modelin pençesinde. Kendi
hedeflerimi tanımlayamaz, önüme konan engellere ve bu engelleri koyanlara isyan
edip savaşacak gücü bulamaz ve razı gelmek zorunda kalırdım üzerime biçilen
elbiseye.
Benim büyük bir derdim var.
Onu anlatmak için yazıyorum bu yazıyı. Aslında yazının sonuna gelip de, başını
hatırladığınız takdirde muhtemelen “ne alaka” diye soracaksınız. Ama sorun işte
burada; hem nehir olma özleminin, hem de bir nehir olmama halinin omzuma
yüklediği ciddi bir yük var. Dedim ya bir büyük derdim var ve bununla ilgili
önümde aşılması çok zor bir engel, hem de bu engeli aşmak ve onu önüme
dikenlere karşı isyan edip savaşmak yükümlülüğüm var…
Derdim yaşam kalitesini
yükseltmek. Açmam gerekirse; dünyada olup bitenleri ve oldurulmayanları
sorgulayan, sorgulamaları ve analizlerinden sonuçlar çıkaran ve bunu bilgi
birikimine dönüştüren, birikimini paylaşan, geleceğe idealler ve manevi bir
değer bırakmak için çabalayan, tüm bunları yaparken tek kaygısı insanları kırmadan,
üzmeden, yücelterek ve çoğaltarak bu üretme sürecine çekmek olan bir insan
olabilmek.
Peki; önümdeki engel nedir?
Bugün tüm dünyaya hâkim olan sistem: İnsanları birbirlerinden kopararak, birbirlerine
düşman ederek onları sadece kendilerini düşünen birer birey olmaya iten;
binlerce yıllık birikimin sonucu olan ve bugüne kadar paylaşılan insani
değerleri çürüterek sadece kendisi de dâhil her şeyi tüketmeye odaklayan; doğal
kaynakları ve üretilen artı değeri sınırları net bir şekilde belirlenmiş bir
kesimin kullanımına sunan birer robota çeviren; çürümeye yüz tutmuş ve
yeryüzünü kana bulamaktan zevk alan bu sistem.
Bu engeli aşmak için ne
yapıyorum? Ulaşabildiğim insanlarla dünü, bugünü, yarını, sorunları, yapay
gündemleri, gerçeği, hayali, umutları, karamsarlıkları, mutlulukları,
hüzünleri, aydınlığı, karanlığı, tez ve anti-tezleri paylaşmaya, tartışmaya,
düşünsel gücümüzü artırmaya çalışıyorum. Bunların sonucunda tek beklentim bu
savaşta bana destek olacak insanları çevreme toplayabilmek ve daha fazla sayıda
insana ulaşabilmek. Daha fazla insana ulaştıkça üretilecek fikirlerin yaşam
kalitemize katacağı değeri onlarla paylaşabilmek. Kişisel bir çıkarım olsa,
genele uyar, salt maddi kaynaklarımı artıracak kariyerime odaklanır, çevremdeki
tüm insanlarla yoğun bir rekabete girerek, başkalarının iskeletleri üzerinden
zirveye çıkma savaşında olurdum. İnsanları bu şekilde ahlaksızca kullanmamak
hem vicdanen rahat olmamı sağlıyor, hem de bu savaştaki haklılığımı kanıtlıyor.
Elbette ki zaman kısıtından
ötürü en yakınımdan başlayarak, çevremde bu savaşta bana destek olabileceğine
inandığım, güvendiğim insanlar arasından bir seçim yapmak zorundayım. Ve tercih
ettiğim insanların amaca yönelik her türlü maddi-manevi sorunlarıyla
ilgilenmek, kişisel gelişimlerini desteklemek, yaşamın akışını etkileyen
sistemlerle olan kavgamızda cesaretlendirmek ve tüm bunlar için de zaman
ayırmak zorundayım.
Peki; başarılı sayılır mıyım?
Bilmiyorum. Henüz bir sonuca ulaşamadığımı düşünüyorum. Elbette arada yaşadığım
hayal kırıklıkları motivasyonumu olumlu-olumsuz etkiledi. Örneğin ben bu kadar
büyük bir hedefe kilitlenmişken ve kişisel hiçbir çıkar gözetmiyorken,
işlemediğim suçlardan ötürü, savunma hakkım bile elimden alınarak yargılandım.
İlkinde 12 yaşındaydım. Ailemden geldi suçlama ve yıllar boyu bu nedenle
kanadım. Sonrasında en yakınımda bildiğim insanlarla da aynı sorunu yaşadım ve
zamanla acı artık katmerleşti ve bugün artık bıçağın girdiğini bile
duyumsamıyorum. Tek üzüntüm var; derdimi gerçekten anlamayan insanlarla
kaybettiğim zamana yanarım.
Bilmiyorum; belki aslında
yine de ben suçluyum. Belki kendimi ve hedefimi güvendiğim, inandığım insanlara
açıkça ve yeterince anlatamadım. Belki onların kişisel kaygılarını anlamak için
çaba harcamadım. Belki onları inanmadıkları bir hedefe yönelmeye zorladım.
Gerçekten bilmiyorum.
Ancak biliyorum ki bana
güvenmemeleri için hiçbir neden yoktu. Tıpkı bugün toplumun genelinde hâkim
olan karşılıklı güvensizlikte olduğu gibi, geçmişte paylaşılanları
hatırlamaları yeterdi.
Sanırım artık yeri geldi:
bugün çok tehlikeli bir sınavdan geçtiğimize inanıyorum. Daha önce de değindim
ya, kanla beslenen sistem, daha çok kan için oyunlar oynuyor çevremizde ve biz
de ona karşı çıkıp isyan etmek ve ona karşı durmak yerine, biat ediyoruz bizi
birbirimize düşüren karanlık güçlere. Önce üzerimize derin bir korku saldılar
“çok tehlikeli kimyasal silahları var, nükleer bomba üretmeye çalışıyorlar”
diyerek. Sonra bir elma şekeri tutuşturdular elimize, “özgürlük”, “demokrasi”
gibi güzel söz ve hayallerle. Ama eninde sonunda tutamadılar çenelerini ve
itiraf ettiler asıl niyetlerini: bu topraklarda bir milyondan fazla insanı
neden öldürdüklerini, milyonlarcasını sakat ve evsiz bırakıp, çocuklara neden
bombaların üzerine resim yaptırdıklarını. Bölgedeki enerji kaynaklarını, yani
doğanın bize paylaşarak hayatımızı kolaylaştırmak ve yaşam kalitemizi
yükseltmemiz için bahşettiği kaynakları kontrol etmek tek amaçları.
Ne yazık ki yetmedi
döktükleri kan ve buna karşı isyan edenler yüzünden artık başları ağrıyor ve bu
pisliği havale edecek taşeronlar arıyorlar bölgede. Maşa bulmak istiyorlar,
kendilerini ateşe atmadan hedeflerine ulaşmak için. Ve köpekleştirdikleri
köleler istiyorlar. Bunun için değiştiriyorlar stratejilerini ve daha önce
dünyanın alevlere sardıkları her yerinde defalarca yaptıkları gibi, kardeşi
kardeşe kırdırmak istiyorlar. Ve bu karmaşada, hiçbir zarar görmeden, ya da
zararlarını minimize ederek karlarını artırmayı planlıyorlar. Ve ne yazık ki
köpekleri kolayca buluyorlar. Ve sisteme biat eden bu köpekler amaca hizmet
eden birer robota dönüştürülüyor. Ve köpekler üzerimize salınıyor. Köpekler
ısırıyor.
Biz ne yapıyoruz? Bizi
ısıranın köpek olduğuna bakmıyoruz. Köpekle muhatap oluyoruz. Köpeğin üzerinden
bir genelleme yaparak, başka hiçbir nedeni, etkiyi, sorunu tartışmadan bütün
bir ırkı yargılıyoruz. Suçu olmayan, aynı köpekler yüzünden ölen, korkan,
aşağılanan, sürgün yiyen, kendi evinden koparılan, çok şiddetli bir travmaya
maruz kalan masum insanları, köpeklerle aynı kefeye koyuyoruz. Ellerimize
bayrakları alıp, meydanlarda toplanıyoruz; bayrağın taşıdığı anlamı boşaltıyor ve
ona rengini verenlerin kimliğini değiştiriyoruz. Diğerlerini tamamen
dışlayarak, bayrağı bu topraklarda yaşayan tek bir ulusa layık görüyoruz.
Bin yıldır iç içe
yaşadığımız, ekmeğimizi bölüştüğümüz, birbirimizden kız alıp kız verdiğimiz,
Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da, Afyon’da beraber savaştığımız, acılarımızı
ve mutluluklarımızı paylaştığımız Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Rum, Yahudi vb…
tüm halkları bir çırpıda unutuyoruz. Bin yıllık kardeşliği unutup, sonsuz bir
sanal husumeti gerçek sanıyoruz. Büyük bir kavgaya hazırlanıyor, nefret
tohumlarının yeşermesi için gereken seralara kendi arzumuzla giriyoruz. Ağır
bir travma geçiriyoruz. Yarınımızı karartıyoruz. Ve köpeğin seviyesine
iniyoruz. En tehlikelisini yapıyoruz; bölünüyoruz. Sonunda kendi kendimize
teslim olup sisteme, köleleşeceğimizi, köpekleşeceğimizi bile bile.
İnanıyorum ki bir felaketin
sadece bir yönüne odaklanmak, diğer boyutlarını görmezden ve anlamazdan gelmek,
yeni ve daha büyük felaketlere temel hazırlayacaktır.
Bu yüzden gelin bugün ilk
adımı atalım ve şu bayrakları indirelim artık. Çünkü yüreğimi acıtıyor
bayraklar. Çünkü onun dokusunda dedelerimden ötürü benim kanım var; savaşımızı
paylaşan farklı uluslardan kardeşlerimin kanı var; kara, güneşe, soğuğa, sıcağa
bakmaksızın savaşımıza sahip çıkan her ulustan ananın ağıtları var; babaların
içlerine akıttıkları gözyaşları var.
Önce kendimize, sonra
birbirimize güvenelim ve hiç zaman kaybetmeyelim. Gelin bugün birlik olalım.
Unutalım bu suni kavgayı, birbirimizi anlamaya çalışalım. Aynı dili konuşalım;
Türkçe, Rumca yahut Kürtçe değil, İnsanlık dilini. Birbirimizin sorunlarını
dinleyelim, çözmeye çalışalım; birbirimizi geliştirip, yüceltelim. Bizi bizden
ayıranların hedeflerini, yöntemlerini, yalanlarını, arsızlıklarını sorgulayalım
ve yüzlerine haykıralım. Onları tükürüğümüzle boğalım. Birlik olduğumuzu,
bölünmediğimizi gösterelim onlara. Ki korksunlar bizden ve köpekleriyle
birlikte defolup gitsinler hayatımızdan.
Unutmayalım ki dünyayı
cennete çevirmek de, cehenneme döndürmek de bizim elimizde. Eğer sisteme biat
etmek, bizi düşürmeye çalıştığı uçurumun farkına vararak kavganın yönünü bu
karanlık ele karşı çevirirsek, ulaşabiliriz Usta’nın hayal ettiği “güzel ve
güneşli günlere”.
09.11.2007 - Denizli