29 Kasım 2014 Cumartesi

ÇOK MU ZOR? (2007'de Yazdığım Bir Düz Yazı)


Bazen, “keşke bir nehir olsaydım” diyorum kendi kendime. Çünkü bir nehir önüne engel çıktığı zaman etrafından dolaşabiliyorsa, ya da ne bileyim Büyük Menderes gibi yer altında bir geçit bulup, sonra tekrar yeryüzüne çıkıp akabiliyorsa ancak o zaman yoluna devam edebiliyor ve kaderine ulaşıyor. Hiç kimse, neden denize, bir göle ya da bir yer altı kaynağına ulaşmadan kaybolduğunu sorgulamıyor. Önündeki engelleri aşmak için neden çaba harcamadığını düşünmüyor. Oysa insan bir engele takılıp olduğu yerde kaldığında, anasından emdiği süt burnundan geliyor.

Bazen de, “iyi ki bir nehir değilim” diyorum kendi kendime. Çünkü o zaman kaderime razı gelip, tıkanıp kalmam gerekirdi benim için önceden tasarlanmış bir modelin pençesinde. Kendi hedeflerimi tanımlayamaz, önüme konan engellere ve bu engelleri koyanlara isyan edip savaşacak gücü bulamaz ve razı gelmek zorunda kalırdım üzerime biçilen elbiseye.

Benim büyük bir derdim var. Onu anlatmak için yazıyorum bu yazıyı. Aslında yazının sonuna gelip de, başını hatırladığınız takdirde muhtemelen “ne alaka” diye soracaksınız. Ama sorun işte burada; hem nehir olma özleminin, hem de bir nehir olmama halinin omzuma yüklediği ciddi bir yük var. Dedim ya bir büyük derdim var ve bununla ilgili önümde aşılması çok zor bir engel, hem de bu engeli aşmak ve onu önüme dikenlere karşı isyan edip savaşmak yükümlülüğüm var…

Derdim yaşam kalitesini yükseltmek. Açmam gerekirse; dünyada olup bitenleri ve oldurulmayanları sorgulayan, sorgulamaları ve analizlerinden sonuçlar çıkaran ve bunu bilgi birikimine dönüştüren, birikimini paylaşan, geleceğe idealler ve manevi bir değer bırakmak için çabalayan, tüm bunları yaparken tek kaygısı insanları kırmadan, üzmeden, yücelterek ve çoğaltarak bu üretme sürecine çekmek olan bir insan olabilmek.

Peki; önümdeki engel nedir? Bugün tüm dünyaya hâkim olan sistem: İnsanları birbirlerinden kopararak, birbirlerine düşman ederek onları sadece kendilerini düşünen birer birey olmaya iten; binlerce yıllık birikimin sonucu olan ve bugüne kadar paylaşılan insani değerleri çürüterek sadece kendisi de dâhil her şeyi tüketmeye odaklayan; doğal kaynakları ve üretilen artı değeri sınırları net bir şekilde belirlenmiş bir kesimin kullanımına sunan birer robota çeviren; çürümeye yüz tutmuş ve yeryüzünü kana bulamaktan zevk alan bu sistem.

Bu engeli aşmak için ne yapıyorum? Ulaşabildiğim insanlarla dünü, bugünü, yarını, sorunları, yapay gündemleri, gerçeği, hayali, umutları, karamsarlıkları, mutlulukları, hüzünleri, aydınlığı, karanlığı, tez ve anti-tezleri paylaşmaya, tartışmaya, düşünsel gücümüzü artırmaya çalışıyorum. Bunların sonucunda tek beklentim bu savaşta bana destek olacak insanları çevreme toplayabilmek ve daha fazla sayıda insana ulaşabilmek. Daha fazla insana ulaştıkça üretilecek fikirlerin yaşam kalitemize katacağı değeri onlarla paylaşabilmek. Kişisel bir çıkarım olsa, genele uyar, salt maddi kaynaklarımı artıracak kariyerime odaklanır, çevremdeki tüm insanlarla yoğun bir rekabete girerek, başkalarının iskeletleri üzerinden zirveye çıkma savaşında olurdum. İnsanları bu şekilde ahlaksızca kullanmamak hem vicdanen rahat olmamı sağlıyor, hem de bu savaştaki haklılığımı kanıtlıyor.

Elbette ki zaman kısıtından ötürü en yakınımdan başlayarak, çevremde bu savaşta bana destek olabileceğine inandığım, güvendiğim insanlar arasından bir seçim yapmak zorundayım. Ve tercih ettiğim insanların amaca yönelik her türlü maddi-manevi sorunlarıyla ilgilenmek, kişisel gelişimlerini desteklemek, yaşamın akışını etkileyen sistemlerle olan kavgamızda cesaretlendirmek ve tüm bunlar için de zaman ayırmak zorundayım.

Peki; başarılı sayılır mıyım? Bilmiyorum. Henüz bir sonuca ulaşamadığımı düşünüyorum. Elbette arada yaşadığım hayal kırıklıkları motivasyonumu olumlu-olumsuz etkiledi. Örneğin ben bu kadar büyük bir hedefe kilitlenmişken ve kişisel hiçbir çıkar gözetmiyorken, işlemediğim suçlardan ötürü, savunma hakkım bile elimden alınarak yargılandım. İlkinde 12 yaşındaydım. Ailemden geldi suçlama ve yıllar boyu bu nedenle kanadım. Sonrasında en yakınımda bildiğim insanlarla da aynı sorunu yaşadım ve zamanla acı artık katmerleşti ve bugün artık bıçağın girdiğini bile duyumsamıyorum. Tek üzüntüm var; derdimi gerçekten anlamayan insanlarla kaybettiğim zamana yanarım.

Bilmiyorum; belki aslında yine de ben suçluyum. Belki kendimi ve hedefimi güvendiğim, inandığım insanlara açıkça ve yeterince anlatamadım. Belki onların kişisel kaygılarını anlamak için çaba harcamadım. Belki onları inanmadıkları bir hedefe yönelmeye zorladım. Gerçekten bilmiyorum.

Ancak biliyorum ki bana güvenmemeleri için hiçbir neden yoktu. Tıpkı bugün toplumun genelinde hâkim olan karşılıklı güvensizlikte olduğu gibi, geçmişte paylaşılanları hatırlamaları yeterdi.

Sanırım artık yeri geldi: bugün çok tehlikeli bir sınavdan geçtiğimize inanıyorum. Daha önce de değindim ya, kanla beslenen sistem, daha çok kan için oyunlar oynuyor çevremizde ve biz de ona karşı çıkıp isyan etmek ve ona karşı durmak yerine, biat ediyoruz bizi birbirimize düşüren karanlık güçlere. Önce üzerimize derin bir korku saldılar “çok tehlikeli kimyasal silahları var, nükleer bomba üretmeye çalışıyorlar” diyerek. Sonra bir elma şekeri tutuşturdular elimize, “özgürlük”, “demokrasi” gibi güzel söz ve hayallerle. Ama eninde sonunda tutamadılar çenelerini ve itiraf ettiler asıl niyetlerini: bu topraklarda bir milyondan fazla insanı neden öldürdüklerini, milyonlarcasını sakat ve evsiz bırakıp, çocuklara neden bombaların üzerine resim yaptırdıklarını. Bölgedeki enerji kaynaklarını, yani doğanın bize paylaşarak hayatımızı kolaylaştırmak ve yaşam kalitemizi yükseltmemiz için bahşettiği kaynakları kontrol etmek tek amaçları.

Ne yazık ki yetmedi döktükleri kan ve buna karşı isyan edenler yüzünden artık başları ağrıyor ve bu pisliği havale edecek taşeronlar arıyorlar bölgede. Maşa bulmak istiyorlar, kendilerini ateşe atmadan hedeflerine ulaşmak için. Ve köpekleştirdikleri köleler istiyorlar. Bunun için değiştiriyorlar stratejilerini ve daha önce dünyanın alevlere sardıkları her yerinde defalarca yaptıkları gibi, kardeşi kardeşe kırdırmak istiyorlar. Ve bu karmaşada, hiçbir zarar görmeden, ya da zararlarını minimize ederek karlarını artırmayı planlıyorlar. Ve ne yazık ki köpekleri kolayca buluyorlar. Ve sisteme biat eden bu köpekler amaca hizmet eden birer robota dönüştürülüyor. Ve köpekler üzerimize salınıyor. Köpekler ısırıyor.

Biz ne yapıyoruz? Bizi ısıranın köpek olduğuna bakmıyoruz. Köpekle muhatap oluyoruz. Köpeğin üzerinden bir genelleme yaparak, başka hiçbir nedeni, etkiyi, sorunu tartışmadan bütün bir ırkı yargılıyoruz. Suçu olmayan, aynı köpekler yüzünden ölen, korkan, aşağılanan, sürgün yiyen, kendi evinden koparılan, çok şiddetli bir travmaya maruz kalan masum insanları, köpeklerle aynı kefeye koyuyoruz. Ellerimize bayrakları alıp, meydanlarda toplanıyoruz; bayrağın taşıdığı anlamı boşaltıyor ve ona rengini verenlerin kimliğini değiştiriyoruz. Diğerlerini tamamen dışlayarak, bayrağı bu topraklarda yaşayan tek bir ulusa layık görüyoruz.

Bin yıldır iç içe yaşadığımız, ekmeğimizi bölüştüğümüz, birbirimizden kız alıp kız verdiğimiz, Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da, Afyon’da beraber savaştığımız, acılarımızı ve mutluluklarımızı paylaştığımız Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Rum, Yahudi vb… tüm halkları bir çırpıda unutuyoruz. Bin yıllık kardeşliği unutup, sonsuz bir sanal husumeti gerçek sanıyoruz. Büyük bir kavgaya hazırlanıyor, nefret tohumlarının yeşermesi için gereken seralara kendi arzumuzla giriyoruz. Ağır bir travma geçiriyoruz. Yarınımızı karartıyoruz. Ve köpeğin seviyesine iniyoruz. En tehlikelisini yapıyoruz; bölünüyoruz. Sonunda kendi kendimize teslim olup sisteme, köleleşeceğimizi, köpekleşeceğimizi bile bile.

İnanıyorum ki bir felaketin sadece bir yönüne odaklanmak, diğer boyutlarını görmezden ve anlamazdan gelmek, yeni ve daha büyük felaketlere temel hazırlayacaktır.

Bu yüzden gelin bugün ilk adımı atalım ve şu bayrakları indirelim artık. Çünkü yüreğimi acıtıyor bayraklar. Çünkü onun dokusunda dedelerimden ötürü benim kanım var; savaşımızı paylaşan farklı uluslardan kardeşlerimin kanı var; kara, güneşe, soğuğa, sıcağa bakmaksızın savaşımıza sahip çıkan her ulustan ananın ağıtları var; babaların içlerine akıttıkları gözyaşları var.

Önce kendimize, sonra birbirimize güvenelim ve hiç zaman kaybetmeyelim. Gelin bugün birlik olalım. Unutalım bu suni kavgayı, birbirimizi anlamaya çalışalım. Aynı dili konuşalım; Türkçe, Rumca yahut Kürtçe değil, İnsanlık dilini. Birbirimizin sorunlarını dinleyelim, çözmeye çalışalım; birbirimizi geliştirip, yüceltelim. Bizi bizden ayıranların hedeflerini, yöntemlerini, yalanlarını, arsızlıklarını sorgulayalım ve yüzlerine haykıralım. Onları tükürüğümüzle boğalım. Birlik olduğumuzu, bölünmediğimizi gösterelim onlara. Ki korksunlar bizden ve köpekleriyle birlikte defolup gitsinler hayatımızdan.

Unutmayalım ki dünyayı cennete çevirmek de, cehenneme döndürmek de bizim elimizde. Eğer sisteme biat etmek, bizi düşürmeye çalıştığı uçurumun farkına vararak kavganın yönünü bu karanlık ele karşı çevirirsek, ulaşabiliriz Usta’nın hayal ettiği “güzel ve güneşli günlere”.


09.11.2007 - Denizli

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder